top of page

Tanpınar’ın Eserlerinde Kimlik Sorunu ve Rüya İzleği

Her edebi eser bir tür kendini ifade ediştir. Yazarın kurduğu dünyanın, aktarımında benimsediği üslubun her köşesinde kendi dünyasından parçalar bulmak mümkündür. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinin de onun çocukluk anılarından ve hayallerinden, kişiliğine mal olmuş manzaralardan, kimliğini niteleyen düşünceler ve kültürlerden kopmuş parçaların bir araya gelerek oluşturduğu bir bütünlük olduğu söylenebilir. Ortaya çıkan bütünlük, yazarın kişisel yaşamına ait olmaktan çıkmış; bir medeniyetin kimliğini oluşturan çerçeve, bunun da ötesinde insana kendi durumunu gösteren bir ayna haline gelmiştir. Bunu mümkün kılan ise parçaların alışıldık dış dünya algılarına aykırı birleştirilme biçimi, Tanpınar’ın “estetiğinin temeli olan rüya fikri”dir (Mektuplar 246). Bahsedilen rüya; yazarın evren ve yaşam karşısındaki duruşunu, benlik anlayışını, zaman ve mekân algısını açıklaması bakımından onun eserlerini ve değerini anlamak için anahtar olan izlektir. Bu doğrultuda okuduğunuz makalede Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü eserlerinde rüya kavramı bir felsefe ve edebi teknik olarak yorumlanacak, bu yorumlar sonucunda yazarın oluşturduğu toplumsal ve bireysel kimlik açıklanacaktır. 


Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda arkadaşlarıyla bir içki masasında eğlenmeye çalışan Abdullah Efendi, başta normal gözüken bir gece boyunca ardı ardına kâbus olarak nitelendirilebilecek gerçeküstü felaketler tecrübe eder. Bunların ilki, bir anlamda diğer felaketlerin tetikleyicisi olan “tesadüf”, meyhanede sarhoş olmaya başladığı bir anda karşısında oturan kadının başının ve bacaklarının ayrı konuştuğunu görmesidir; bu sahneden sonra ana karakter dehşete düşer: 


Birdenbire Abdullah, kendisi için hayatın artık sırrı kalmadığını görerek korktu. (...) şimdi, kendi kafasında bütün hakikatleri çırılçıplak bir kıyafette ve hazır buluyordu. O, doğrusu istenirse, bütün ömrünce bundan korkmuş, (...) kâinatı saran ve ona güzelliğini veren büyük sırrın, ortasından kesilmiş bir meyve gibi birdenbire bütün çıplaklığıyla görünmesinden korkmuştu (Hikâyeler 15).


Karakterin yaşadığı basit bir sarhoşluk değil, görünen dünyanın arkasında ona hükmeden evrensel gerçeğin, “büyük sırrın” fark edilmesidir. Bu aydınlanma, yaşamın iç yüzü, Abdullah Efendi’nin uyum olmasını beklediği yerde bulduğu uyumsuzluk, bir tür çelişkidir ve bu yüzden ona “korkunç ve imkânsız” görünür:


(...) Aşığını sessizce dinleyen iki ayak göreceğini ümit etmişti; halbuki onların yerinde dizlerine kadar açılmış gösterişli manzarasıyla, bütün bir sabırsızlık ve isyan içinde çalkalanan iki kadın bacağı vardı (Hikâyeler 14).


Büyük sırrın dehşetinin birlik olması gerektiği yerde ortaya çıkan ikilik olduğu bu satırlardan anlaşılabilmektedir. Birliğin ve ikiliğin felsefi karşılıkları Tanpınar’ın etkilendiği Bergson’un felsefesindedir. Birlik, gerçek; özne ve nesnenin yani insan ve evrenin birliğidir. Bu birlik, insanın “evreni anında dolaysız kavrayışı”yla deneyimlenir; doğanın, evrenin içinde ve onunla bir olduğunu algıladığı anda insan hakikate erişmiş olur (Demiralp). Hakikati Abdullah Efendi daha önce “odasına yıldızların doğduğu” bir gecede tecrübe etmiştir ve “o geceden beri maverayla arasında hiç de temenni etmediği şekilde kuvvetli ve derin bir münasabetin başladığını” hissetmiştir (Hikâyeler 15). Bir rüya haline benzetilen bu anda toplumun insana öğrettiği zaman algısının ve diğer tüm bilgilerin hiçbir önemi kalmaz, zaman denilen şey hakikatin kendisi olur. Bergson’daki süre kavramıyla paralel olan bu anlayış Tanpınar’da birlik, tek, rüya, zaman, saat, tesadüf, an kelimelerine farklı bir anlam yükleyerek onları sembolleştirir: “İşte şimdi, o kadar ürktüğü ve bununla beraber beklediği saat gelip çatmıştı” (Hikâyeler 15). Bu cümlede saat kelimesi tüm bir felsefeyi temsil eder: hakikatin tüm çıplaklığıyla algılandığı rüya anıdır. Birliğin karşısında bir ikilik de mevcuttur: Asıl olan zaman kavrayışının -hakikatin, birliğin- önünde bir gölge olan toplumun insana yüklediği bilgiler; onun bilincinin parmaklıklarını aşamamasına ve özne/nesneyi tek yerine çift, birbirinden ayrı, çatışan, birbirine yabancı kavramlar olarak bilmesine sebep olur. Bu bakış açısı, insanın gündelik ve toplumsal hayatının üzerine kurulduğu bakış açısıdır: hepimiz zamanı geçmiş, şimdi ve gelecek olarak bir doğruymuşçasına algılarız. Gerçekle uyuşmayan bu algıyı insanda oluşturan bilgiyi -toplumsal bilgi- Tanpınar aşılması gereken bir engel olarak görür (Demiralp 18). İkilik ise gerçek ve gündelik ya da toplumsal olan arasındaki ikiliktir: aynı dili konuşması gereken gövde ve bacakların farklı konuşmalarıdır. Rüya; Abdullah Efendi’nin bu ikiliği apaçık gördüğü, ruhsal ve evrensel gerçekleri kavradığı an, varlığın özünde olduğu haldir. Ancak hikâyedeki olayların gerçek olup olmadığını yazar açıkça belirtmez, Abdullah Efendi sürekli bir rüya atmosferinde olmasına karşın sürekli tüm gerçekleri kavrıyor olduğu rüya halinde değildir, ikisi arasında gidip gelmektedir (Arseven 107). Ne rüyanın içinde, ne de dışındadır. İkilikler, git-geller, derinlikli ve şekilden şekle girebilen sembollerle Tanpınar rüya estetiğini kurmuştur. 


Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda kurulan rüya ortamının bir diğer yorumu rüyanın psikolojideki yerinden gelmektedir. Bilinçaltının bilince üstün geldiği rüya halinde birey; bilincinin sakladığı, günlük yaşamında su yüzüne çıkmayan travmaları, arzuları, takıntılarıyla yüzleşir. Abdullah Efendi’nin felaketlerini başlatan ilk tesadüften hemen önce Tanpınar bilinçaltına baskın gelen bilincin (veya üstbilincin) baskısının yavaşça ortadan kalkmakta olduğundan bahseder, bunu bilinci bir üst kat kiracısı/ev sahibine benzeterek yapar ve ev sahibinin “belirsiz bir şekilde sızmaya” başladığını, “hüviyetindeki nüfuzlu ve sert tarafı” kaybedip “yumuşamış hissini” verdiğini söyler. Böylece Abdullah Efendi’nin bilinci uykudayken deneyimlediği tesadüfi rüya anı bilinçaltının kontrole geçmesiyle eşleştirilebilir, önceki paragrafta bahsedilen bir olma halinin aynı zamanda bireyin iç dünyasıyla yüzleştiği bir “derin benliğe” geçiş olduğu söylenebilmektedir. Bu bulgular ışığında yazarın Abdullah Efendi’de “hülya adamı” tarafı bilincine üstün gelen ve bu yüzden gündelik/toplumsal yaşama uyum sağlayamayan, kendi içine yöneldiğinde bir “derinlik sarhoşluğuna” kapılan bir kimlik yarattığı görülmektedir. Bu kimliği Abdullah Efendi kendi ağzından da betimlemiştir:


O başka bir yıldızda doğmuş kadar bu toprağın hesaplarına, zaruretlerine yabancıydı. Büyüğe ve istisnaiye karşı duyduğu aşk, onun zahiren çok sakin görünen hayatını zehirlerdi. Kendi ördüğü ağın içinde boğulan bir örümcek gibi, bu tehlikeliruh haletinin hazırladığı vaziyetler içinde çırpınır dururdu (Hikâyeler 24).


Saatleri Ayarlama Enstitüsü, yazarın diğer eserlerine kıyasla rüya estetiğini üstü örtülü şekilde kurduğu bir eserdir, romanın ana karakteri Hayri İrdal’ın sıklıkla rüya haline kapılan biri olmadığı söylenebilir. Eserin ilk cümlesinden bu durum okuyucuya sezdirilir:


Beni tanıyanlar, öyle okuma yazma işleriyle bir ilgim olmadığını bilirler. Hatta bütün mütalâalarım, çocukluğumda okuduğum Jul Vern ve Nike Karter hikâyelerini ortadan çıkarırsanız, arapça ve farsça kelimelerini atlaya atlaya gözden geçirdiğim birkaç tarih kitabıyla, Tutinâme, Binbir Gece, Ebu Ali Sinâ hikâyeleri gibi eserlerden ibarettir (Saatleri Ayarlama Enstitüsü 7)


Kâinatın gerçekleriyle uyum içinde yaşayan biri yerine sıradan, ortalama denilebilecek bir karakterdir. Abdullah Efendi’den ve Tanpınar’ın çoğu karakterinden farklı olarak toplumun dışında değildir. Bu durum okuyucuya eserin vermeye çalıştığı mesajın daha toplumsal bir mesaj olduğunu düşündürebilir ancak henüz ilk cümleden durumun aksi yönde olduğuna dair işaretler verilmiştir. Roman Hayri İrdal’ın kendinden bahsetmesiyle başlar ve üçüncü bölüme kadar Saatleri Ayarlama Enstitüsü anlatılmaz, anlatıcı yaşamını anlatır. İsmi Saatleri Ayarlama Enstitüsü olmasına rağmen bu roman bir kurumun tarihi değil, bir kişinin yaşamöyküsüdür (Feldman). Böylece romandaki zaman, Hayri İrdal’ın zaman algısıyla eşleşmekte ve onun algısını etkileyen olaylar doğrultusunda şekillenmektedir. Tanpınar’ın diğer eserlerindeki rüya estetiğinin unsurları olan zaman sıçramaları, gerçeküstü olaylar S.A.E.’nde bireyin belleğinin zamanla kurduğu ilişkide kendilerini gösterir. Bellek, psikolojik ve toplumsal olayların etkisinde kaldığından S.A.E.’nde zaman (teknik açıdan); Hayri İrdal’ın anne babasının, çocukluğunda etrafında bulunan Nuri Efendi’nin, karısının ve çevresindeki diğer karakterlerin, içinde bulunduğu geçiş döneminde yaşanan eski-yeni çatışmalarının, kültür kargaşasının onun üzerindeki karmaşık etkilerinin yarattığı bir problem haline gelir ki çoğu zaman belirsizdir. Bununla birlikte Tanpınar’ın felsefesi doğrultusunda zamana yüklenen farklı anlamlar; eserdeki saat, ayarlama, enstitü ve daha pek çok kavramı sembolleştirmekte; incelendikçe romanın dokusu büyülü bir rüyanın dokusuna daha çok yaklaşmaktadır. 


Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Hayri İrdal’ın kimliğiyle yakından bağlantılı olduğu görülen zaman, felsefik düzlemde hakikati gölgeleyen, ondan uzak, özneyi ve nesneyi birbirine yabancı kılan zamandır. Çevresinin ve yaşadığı dönemin İrdal üzerindeki etkisinin yarattığı zamanla aynı zamandır bu: Hayri İrdal; dış dünyayla bir olamamış, gittikçe onu iç dünyasıyla yüzleştirecek olan hakikatten uzaklaşmış, düşlerin evrene açılan büyülü sarmaşığı yerine onu çürümüş yosunlar gibi “derinlere çeken köksüz asabiyetler, süreksiz ümitler, yersiz inançlar” sarmıştır. Halit Ayarcı, İrdal’ın kendisi gibi olmadığını fark eder: “Siz mutlakın peşindesiniz. Ne garip bir saatçinin mutlak değerler peşinde koşması, zaman gibi izafî bir şeyle meşgul olan bir adamın…” der. Söylediği gibi “mutlak değerler peşinde” koşarak asıl benliğine ulaşabilecekken Hayri İrdal bunu yapmamış, çevresini kuşatan ve hakikati görmezden gelen kültürün peşinden gitmiştir. İrdalın toplumun sıradan bir bireyi olduğu hatırlandığında bu yaşamöyküsü yalnızca İrdal’ın değil, modernleşme sürecinde asıl kimliklerinden uzaklaşarak hakikatlerinden kopan tüm Türklerin yaşamöyküsü haline gelmektedir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Türkler için başkası gibi olmaya çalışarak kültürel kimliklerini kaybetmiş, kendileri olmaktan çıkmış, nihayetinde kendi kendine yabancılaşmış bir toplumsal kimlik yaratmıştır Tanpınar. 


Sonuçlandırmak gerekirse, Tanpınar’ın iki eserinden hareketle onun rüya ve zaman kavramları üzerinden içinde bulunduğu topluma yabancı, toplumsal yaşam ve hakikat arasında gidip gelen bir Abdullah Efendi ya da “hülya adamı” kimliği ve kendi kültüründen, hakikatinden kopmuş bir Türk kimliği yarattığı söylenebilir.




Kaynakça:

Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikâyeler, Dergâh Yayınları

Ahmet Hamdi Tanpınar, Mektuplar, Dergâh Yayınları

Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları

Abdullah Uçman & Handan İnci, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Kitabevi Yayınları

Walter Feldman, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Zaman, Bellek ve Özyaşamöyküsü”, Abdullah Uçman & Handan İnci, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Kitabevi Yayınları

Tülin Arseven, Benlikten Kaçışın Öyküsü: Abdullah Efendi’nin Rüyaları 

Oğuz Demiralp, Kutup Noktası, Yapıkredi Yayınları

Murat Gülsoy, 602. Gece, Can Yayınları 


bottom of page