Oğuz Atay’ın Öykülerinde Bireyin Kendisiyle Yüzleşmesi
- Fatma Sude Gedik

- 2 Şub
- 4 dakikada okunur
Döneminin popüler edebiyatından ayrılarak kalıcı eserler vermeyi bilinçli olarak seçen Oğuz Atay’ın öyküleri, tüm eserlerinde izi sürülebilen ve bir yazar olarak Oğuz Atay’a özgünlüğünü kazandıran çeşitli izlekleri barındırmaktadır. Bu izleklerden biri olan yüzleşme; Korkuyu Beklerken eserinde farklı imgeler üzerinden aktarılarak sıkça işlenmekte, bundan dolayı yazarın eserlerinde ele aldığı temel sorunu -birey olma sorununu- saptamada ve çözmede kritik bir önem taşımaktadır. Her öyküde ortak olduğu söylenebilecek yabancılaşmış karakterlerin karşılarına çıkarılan imgeler yoluyla deneyimledikleri, bu makalede karakterlerin kendileriyle yüzleşmeleri bağlamında ele alınacaktır. Analizler iki öykü odağında yapılacak olup Korkuyu Beklerken ve Beyaz Mantolu Adam öykülerinde karakterlerin sırasıyla baba, mektup ve manto imgeleri üzerinden yaşadıkları yüzleşme süreçleri incelenecektir.
Karakterin şehrin dışında kalan evinin sokağında karşılaştığı köpeklerden korkmasıyla başlayan Korkuyu Beklerken’de şiddeti giderek artan korku, tam köpeklerin havladığı sırada karakterin “birisi hakkında kötü şeyler düşünüyor” olmasıyla ilk andan ciddileşmektedir. Bu korkuyu sürdürerek düşünmeye devam eden karakter, tedirginliğini “kendine has açıklama düzenini” kullanarak yatıştırmaya çalışmaktadır fakat bu düzen kolayca sarsılabilmektedir: “(...) bu açıklama düzenim, öyle her insanın kolayca ulaşabileceği cinsten değildi. Ayrıca köpek meselesinde olduğu gibi, bazı durumlarda kökten sarsılıyordu bu düzen. Bu nedenle, köpeklere gereğinden çok kızdım (...)”. Bu düzenin sarsılmasından rahatsızlık duyan karakterin kurduğu açıklama düzenine bağlılığı, eşyaları üzerinde kurduğu düzene bağlılığıyla paralellik göstermektedir; benzer olarak eşya düzenindeki herhangi bir anomali onu tedirginliğe sürüklemektedir. Mektuba verdiği ilk tepkide eşyaları arasındaki yabancı bir unsuru “açıklama düzenine” dayanarak açıklarken kendini rahatlatmaya çalıştığı görülmektedir:
“Sonra, vazonun dışında eşyayı, çevremi gördüm; demek, düşünmem bitmişti. (...) birden o zarfı gördüm. Koridorda bulunan tanıdık eşyanın dışında tek yabancı şey olduğu için, onu hemen gördüm: Rafın üstünde duruyordu. İçine oda kapılarının anahtarları konulduğu için vazonun yeri orasıydı, taşı bittiği için bir aydır kullanamadığım çakmak da bıraktığım yerdeydi (...) hepsi yerli yerindeydi. Demek ki üstü yazılı olmayan zarf yeniydi. (Bu ‘demek ki’ler beni her zaman rahatlatırdı.)”
Çoğunlukla düşünmesinden, düşünürken çevresinden kopup düşünmesi bittiğinde tekrar çevresinin farkına varmasından dış dünyayla ilişkisinin pek sağlam olmadığı anlaşılmaktadır. Karakter, dış dünyayla olan ilişkisini kontrolünde olan açıklama ve eşya düzenekleri aracılığıyla sağlamaktadır ancak rasyonaliteye ve alışılmışlığa dayanan bu sistemlerin kırılganlığı, karakterin dış dünyayla olan ilişkisini de son derece kırılgan kılmaktadır. Bu ilişkinin ne kadar sallantılı olduğu karakterin gizli mezhepten gelen mektuba verdiği tepkinin devamıyla daha net açıklanabilir:
“Korktum. Çünkü ‘demek ki’ diyemeyeceğim bir yerlere gelmiştim. İçime bir ağrı saplandı. Ne olurdu bir ‘demek ki’ daha diyebilseydim.”
Mektubun içeriğini bile öğrenmemişken yalnızca varlığından bu kadar rahatsızlık duyan karakterin dış dünyayla kurduğu titrek bağdan çıkarılabilecek sonuç, onun çoktan yabancılaşmış biri olduğudur çünkü yabancı olmak, insanın zihni ve dış dünya arasındaki uçurumu fark etmekle başlar. Karakter dış dünyadan çoktan kopmuştur fakat geliştirdiği kendine has açıklama ve üzerinde kontrol sağladığı eşya düzeniyle zihninin dış dünyayla ilişkisini sürdürmeye çalışmaktadır. Ergenç’in ifadesiyle “Daha önce bir varoluşsal kriz yaşanmıştır, ondan kalma yaralar ve izler karakterin bünyesinde mevcuttur ama anlaşılan o ki karakterimiz bu krizin gerektirdiği sert hamleleri yerine getirememiştir.” (). Rasyonel ve alışılmış olan düzeni parçalayan bu mektup, beraberinde getirdiği sorgulamalarla karakteri günlük devinimlerden koparır, öncesinde tecrübe ettiği fakat bir tür kaçış mekanizmasıyla sıyrıldığı yabancı olma durumuna onu geri döndürür.
Mektubun gelişi kendiyle yüzleşmenin ilk aşamasıdır. Karakter, kurduğu hassas düzene yöneltilen ufak bir darbeyle sarsılır; sarsılmasının ardından yüzleşmenin devamını kendi kendiliğinden gerçekleştirir. Önce bir günlüğüne “tembellik etmek” maksadıyla evde kalmaya karar verir: “Her gün bu meseleyi tepeme asılmış olarak hissedeceğime, bir gün evde oturur beklerim.” () ancak mektubun çevirisiyle tekrardan sarsılır, “Ölü diller uzmanı göndermiş: mektup ve çevirisi. Sol tarafıma gene o şey saplandı. Birden, bütün kavramlarımı kaybettim” () Mektubu yakar fakat taşlar kararır, küller, yanık parçalar her yana dağılır. Temizlemeye çalıştıkça küller, kararmış kağıtlar süpürgenin tellerine yağışır; süpürgeyi yıkarken de lavabonun deliği tıkanır. Karakter o kadar uğraşmasına rağmen yerde çok hafif de olsa bir leke kalır (Atay, 52). Bu durum karakterin öncesinde yaşadıklarını, öncesinde yüzleşmeyi tecrübe ettiğini ve kurtulmaya çalışıp kurtulamadıklarını ima etmektedir. Bu defa kaçamayacağını fark etmesi üzerine karakter öldüğünü hayal eder: “Evet, büyük şehirlerde doğdu, yirmi sekiz yaşına kadar çeşitli üniversitelerde (yalan) eğitim gördü çeşitli işlere girdi, aldığı bir mektubu yaktı ve bunun üzerine öldü.” (Atay, 53). Mektupla nasıl baş etmesi gerektiği ile başlayan sorgulamaları zaman içerisinde gerçekleştiremediği isteklerine, geçmişine, toplumdan ve doğadan kopukluğuna, kendi hayatına dair sorgulamalara dönüşür. Uzun bir yüzleşme sürecinden geçer; bu süreçte kendini sorgular, eşya üzerinde yeni bir hakimiyet kurmaya çalışır, başarısız olur, üniversite bitirir, bu sefer de hafızasının silinmeye başladığını fark eder, son çare olarak aklını kontrol ettirmek ister ve akıl doktorunun onu bir hastaneye kapatmasıyla kurtulabileceğini düşünür, o da olmaz. Tüm çarelerin tükenmesiyle karakter sıfıra varır, kendiyle yüzleşmiştir. Evi yıkıldıktan sonra onu dünyaya bağlayan eski titrek bağından eser kalmamıştır, korkusuzdur ve içindeki öfkeyi benimseyerek bu öfkeyi dış dünyaya yöneltmeye karar verir; tehdit mektuplarını bu kararla yazar:
“Onlar da bu dünyanın nasıl olduğunu öğrensinler istedim. Odama kapanıp günlerce, onlara uygun bir kötülük düşündüm. Sonra da aklıma gelmesi gereken ilk kötülüğü yaptım: Onlara tehdit mektupları yazmaya başladım; Ubor Metenga tehdit mektupları.” (Atay, 98)
Bu mektuplarla yüzleşme tamamına ermiştir. Kendiyle yüzleşen karakter, benimsediği benliğiyle bağımsızlaşır ve topluma karşı çıkar.
Beyaz Mantolu Adam’da diğer öykülere kıyasla ana karakterin iç dünyasının, düşüncelerinin yakından incelenme fırsatı yoktur çünkü karakter öykü boyunca konuşmaz fakat onun büründüğü susku incelenerek Beyaz Mantolu Adam’da da yüzleşmeden bahsedilebilmektedir. Mantoya sahip olduktan sonra teker teker toplumla karşılaştığı sahnelerle toplum ile sürekli bir ilişki içerisinde yer alan beyaz mantolu adam, bu sahneler boyunca toplum tarafından ona yakıştırılan sıfatlardan ve kimlikten susarak soyunmaktadır. Kendine yapılan yakıştırmalar arasında esrarkeş, sağır, cüzzamlı, deli hatta sapık bile olmasına rağmen istikrarlı bir şekilde susar; hiçbir karşılaşmadan korkup kaçmaz. Öykünün sonunda açık bir şekilde plajdan dışarı itildiğinde ise emredilenin tersini yapar, tekrar geri dönmemek üzere denizde kaybolur. Beyaz mantolu adamın toplumla yüz yüze gelmesini sağlayan şey ise giydiği mantosudur. Mantoyu giymesi yüzünden maruz kaldığı yakıştırmalara aldırmaz, mantoyu üstünden çıkarmamakta direnmektedir. Aynı zamanda toplumun yakıştırmaları karşısında susarak topluma başkaldırma cesaretini de mantosundan almaktadır. Bu durum, Korkuyu Beklerken’deki karakterin öykünün sonunda benimsediği öfkesine benzetilebilir. Karakter, bu öfke sayesinde topluma karşı çıkabilmiştir. Korkuyu Beklerken’den farklı olarak Beyaz Mantolu Adam’da karakterin kendisiyle yüzleşme sürecinden çok bu yüzleşmeden sonra topluma karşı çıkışı işlenmektedir. Bu karşı çıkışın amacına ulaşabilmesi için bireyin kendisiyle yüzleşmesi şarttır, beyaz mantolu adamın kendisiyle yüzleşmesi ise mantoyu üzerine geçirdiği an yaşanmıştır. Bu yüzleşmeden sonraki başkaldırısıyla kendini tamamlar.
Makalede Oğuz Atay’ın iki öyküsü incelenerek bu öykülerdeki karakterlerin kendileriyle yüzleşmeleri ve bu yüzleşmenin hemen ardından topluma başkaldırıları analiz edilmiştir. Sonuç olarak yüzleşmenin, birey olma serüveninde bir şart olduğu ve bireyin kendisiyle yüzleşmeden benliğinin bağımsızlığını ilan edemeyeceği, toplumla yüzleşilemeyeceği görülmüştür.


