Modanın Siyasi Gücü: Devrimlerden Günümüze Giyimin Toplumsal Hareketlerdeki Rolü
- Rabia Sıla Şirin

- 27 Kas 2023
- 9 dakikada okunur
Giriş: Moda ve Siyaset Arasındaki Bağ
Moda, bireylerin estetik tercihlerini yansıttığı bir alan olmanın ötesine geçerek, toplumsal, kültürel ve siyasal bağlamda güçlü bir ifade aracı haline gelmiştir. Tarih boyunca kıyafetler,
yalnızca kişisel stillerin bir yansıması değil, aynı zamanda sosyal statü, güç, ideoloji ve protesto unsuru olarak da kullanılmıştır. Bu bağlamda moda, siyasetin ve toplumsal değişimlerin sahnesine sık sık dahil olmuştur. Giyimin siyasi bir simge haline geldiği dönemlerde bireyler ve gruplar, modayı yalnızca bir tüketim nesnesi olarak değil, direniş veya aidiyet göstergesi olarak kullanmışlardır. Bu makalede, modanın siyasal etkilerini ve iki alan arasındaki simbiyotik ilişkiyi inceleyerek, kıyafetlerin tarihsel ve güncel örneklerde nasıl birer siyasal mesaj taşıdığı ele alınacaktır.
Devrim Dönemlerinde Giyim: İktidar ve Direnişin Sembolü
1.1. Fransız Devrimi ve Sans-Culottes
Fransız Devrimi (1789-1799) sırasında ortaya çıkan sans-culottes hareketi, aristokrasiye ve soylulara karşı halkın direnişini ve sınıf mücadelesini simgeleyen bir giyim tarzıydı. "Sans-culottes" (Türkçesi "donsuzlar"), adını, soyluların ve burjuvaların tercih ettiği diz boyu kısa şortlar yerine uzun pantolon giyen işçi, zanaatkâr ve alt sınıf devrimcilerden alır. Bu sade ve işlevsel kıyafet, devrim ruhunu yansıtarak toplumsal eşitlik, halkın gücü ve aristokrasiye karşı başkaldırının görsel bir sembolü haline geldi. Uzun pantolon, giyenin sadece sınıfını değil, aynı zamanda siyasi duruşunu da ifade ediyordu. Sans-culottes’un üyeleri, kırmızı Phrygian şapkaları gibi sembollerle kendilerini tanımlamış, bu şapkalar Fransız halkının özgürlük ideallerine olan bağlılığını göstermiştir. Ayrıca giydikleri basit gömlekler ve kıyafetleriyle lüks tüketimi reddederek, sadeleşmenin ve mütevazı bir yaşam biçiminin propagandasını yapmışlardır. Böylece giyim, Fransız Devrimi’nde bir ideolojik silaha dönüşmüştür. Bu tarz, halkın cumhuriyetçi değerlere bağlılığını ve eski düzenin ayrıcalıklı yapısına karşı mücadeleyi ifade etmiştir.
Sans-culottes yalnızca bir giyim tercihiyle değil, aynı zamanda devrimci hareketin en radikal kesimlerinden biri olarak da öne çıkmış, Jakobenlerle işbirliği yaparak monarşinin yıkılmasında önemli bir rol oynamıştır. Ancak devrimin daha ılımlı liderleri iktidarı ele geçirdikçe sans-culottes’un etkisi azalmış ve onların giyim tarzı, kamusal alandan dışlanmaya başlamıştır. Bu süreç, kıyafetin yalnızca bireysel bir ifade değil, aynı zamanda toplumsal kontrol ve iktidar mücadelelerinde nasıl araçsallaştırıldığını gözler önüne sermiştir. Fransız Devrimi, modanın toplumsal ve siyasal dönüşümlerdeki gücünü gösteren en çarpıcı örneklerden biri olarak tarihe geçmiştir.
1.2. Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Tekstil Boykotu
Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1775-1783) sırasında giyim, sömürge halkının İngiltere'ye karşı yürüttüğü ekonomik ve siyasi mücadelenin önemli bir parçası haline geldi. İngiltere, Amerikan kolonilerine çeşitli vergiler koyarak kendi sanayisini destekliyor ve sömürgelerde yerel üretimi baskı altında tutuyordu. Özellikle İngiltere'den ithal edilen kumaşlar, halkın ekonomik bağımsızlığını kısıtlayan bir araç olarak görülüyordu. Bu bağlamda, Amerikan halkı tekstil boykotunu bir direniş stratejisi olarak benimseyerek, kendi kimliklerini ve bağımsızlık taleplerini giyim yoluyla ifade etti. Boykotlar sırasında İngiltere'den ithal edilen kumaşlar satın alınmazken, Amerikan kolonilerinde kadınlar ve aileler evlerinde kendi ipliklerini dokumaya ve giysilerini üretmeye başladılar. "Homespun" adı verilen bu el dokuması kumaşlar, sade ve işlevsel olmasına rağmen, siyasi bir tavır olarak büyük bir anlam taşıyordu. Kolonilerin kendi kumaşlarını üretmesi, yalnızca ekonomik bağımsızlığın değil, aynı zamanda politik özerkliğin de simgesi haline geldi. Boykotlar, özellikle kadınların liderlik ettiği hareketlerle güçlendi. "Özgürlük Kızları" (Daughters of Liberty) olarak bilinen kadın topluluğu, İngiliz kumaşlarını reddederek kendi evlerinde tekstil üretmeye teşvik edici faaliyetlerde bulundu. Bu, o dönemin toplumsal cinsiyet rollerinin ötesine geçerek, kadınların da bağımsızlık mücadelesine aktif olarak katılmasını sağladı.
Tekstil boykotu, Amerikan halkının bağımsızlık arzusunu yalnızca savaş meydanında değil, gündelik hayatın her alanında ortaya koydu. İngiliz kumaşlarını kullanmayı reddetmek, basit bir ekonomik karar olmaktan öte, özgürlük ideallerine bağlılığın bir göstergesiydi. Giyim ve yerel tekstil üretimi, ekonomik direnişin ve Amerikan kimliğinin şekillenmesinde büyük rol oynayarak, savaşı sadece silahlı mücadeleyle sınırlı kalmayan bir bağımsızlık hareketine dönüştürdü.
1.3 Komünizm ve İşçi Kıyafetleri
Komünist ideoloji, giyimi sadece bireysel bir tercih olarak değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin ve toplumsal eşitlik arayışının bir yansıması olarak ele almıştır. Kapitalist toplumların lüks ve gösterişli moda anlayışına tepki olarak, işçi sınıfının sade ve işlevsel kıyafetleri komünist düşüncenin simgesi haline geldi. Bu kıyafetler, statü farklarını ortadan kaldırmayı ve sınıfsız bir toplumu teşvik etmeyi amaçlıyordu. Özellikle Sovyetler Birliği'nde, işçi tulumları ve sade giysiler, kolektif üretime dayalı yeni bir toplum modelini ifade etmek için
kullanıldı. Tuluma yüklenen anlam, yalnızca bir iş kıyafeti olmanın ötesine geçerek, bireyin emeğini ve topluma katkısını ön plana çıkaran bir ideolojik sembol haline geldi. Herkesin eşit görünmesini sağlamak, sınıfsal ayrışmayı engellemek ve bireyi kolektifin bir parçası olarak tanımlamak için moda bilinçli olarak sadeleştirildi.
Komünist rejimlerde kıyafetlerin işlevselliği, bireysel zevklerden daha çok topluma hizmet etme amacına odaklandı. Giyim tarzı, yalnızca bireyin ekonomik statüsünü değil, aynı zamanda sosyal rolünü ve ideolojik bağlılığını da yansıtıyordu. Parti liderleri de benzer şekilde sade ve işlevsel kıyafetler giymeyi tercih ederek, halkla aralarında bir yakınlık ve eşitlik duygusu yaratmaya çalıştı. Ancak zamanla bu basitlik ve tekdüzelik, ideolojik bir baskı unsuru olarak da algılandı. Bireysel farklılıkların bastırılması ve herkesin aynı kıyafetleri giymeye zorlanması, sosyalist toplumların eleştirilen yönlerinden biri haline geldi. Özellikle Doğu Avrupa’da ve Sovyetler Birliği'nde, resmi üniformalar ve gri tonlarındaki giysiler, zamanla monotonlaşan bir yaşamın simgesi olarak görülmeye başlandı. Komünist hareketin işçi kıyafetleri üzerindeki vurgusu, toplumsal sınıf farklarının ortadan kaldırılmasını ve herkesin emeğiyle değer kazandığı bir dünya görüşünü destekledi. Ancak bu yaklaşım, bireysel kimliklerin ve zevklerin ifade edilmesini sınırlandırarak, ideolojik baskıya da zemin hazırladı. Giyim, bu dönemde, toplumsal yapının ve ideolojinin doğrudan bir yansıması olarak kullanılmış, moda aracılığıyla sınıf mücadelesi somut bir şekilde ifade edilmiştir.
1.4 Faşizm ve Üniformalar
Faşist ideolojilerde giyim, bireylerin kolektif kimlik içinde eritildiği ve disiplinin ön planda tutulduğu bir araç olarak önemli bir rol oynamıştır. Üniformalar, faşist rejimlerin otoriter yapısını güçlendiren ve kitleleri homojenleştiren bir sembol olarak kullanılmıştır. İtalya’da Benito Mussolini’nin "Kara Gömleklileri" ve Almanya’da Adolf Hitler’in "Kahverengi Gömleklileri", faşist hareketlerin temel unsurlarını temsil eden milis güçlerdi. Giydikleri üniformalar, düzenin ve bağlılığın simgesi olmanın yanı sıra bireyselliğin önüne geçerek kişiyi kitle ideolojisinin bir parçası haline getiriyordu. İtalya’da Mussolini liderliğindeki Kara Gömlekliler, siyah gömlekleriyle tanınır ve faşizmin güçlü ve disiplinli yapısını görselleştirirdi. Bu kıyafetler, şiddet eylemleri ve politik baskıların yürütüldüğü sokaklarda korku ve güç göstergesi olarak işlev gördü. Almanya’da Nazi Partisi, üyelerine kahverengi üniformalar giydirerek parti disiplini ve otoriterliği pekiştirdi. Üniforma, ideolojik bir sadakati simgelerken, bireysel kimliklerin bastırılması ve topluluk içinde eriyen bir vatandaş prototipi yaratılmasını
sağladı.
Faşist rejimlerde üniformaların kullanımı, yalnızca milis güçlerle sınırlı kalmadı. Devletin tüm organları, okullar ve gençlik hareketleri dahil olmak üzere, toplumun her kesiminde üniformalar aracılığıyla disiplinin sağlanması hedeflendi. Almanya’da "Hitler Gençliği" ve İtalya’da "Balilla" gibi gençlik örgütleri, çocukları ve gençleri üniformalarla donatarak onları erken yaşta ideolojik birer nefer haline getirmeye çalıştı. Böylece giyim, sadakat, disiplin ve ulusa bağlılık gibi değerlerin görsel ve fiziksel bir temsili olarak kullanıldı. Faşist üniformalar, toplumsal kontrol mekanizmalarının bir parçası olarak yalnızca disiplin ve korku yaratmakla kalmadı, aynı zamanda lider kültünün yayılmasında da etkili oldu. Üniformayı giyen bireyler, kendilerini rejimin bir uzantısı olarak görmeye başladı ve liderlerine koşulsuz sadakat gösterdi. Ancak bu homojenleşme, bireysel özgürlüklerin yok sayılması ve baskının artması anlamına geldi.
Feminist Hareket ve Giyimin Yeniden Yorumlanması
2.1 Birinci Dalga Feminizm ve Pantolon Mücadelesi
19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında gelişen 1. Dalga Feminizm, kadınların oy hakkı, eğitimde eşitlik ve çalışma hayatına katılım gibi temel hak taleplerine odaklanmıştır. Ancak bu dönemde kadınların karşılaştığı toplumsal kısıtlamalardan biri de giyim kurallarıydı. Pantolon giymek, yalnızca bir rahatlık arayışı değil, aynı zamanda kadınların erkek egemen topluma karşı direnişinin ve toplumsal cinsiyet rollerine meydan okuyuşunun simgesiydi. Dönemin sosyal normlarına göre, kadınların giymesi gereken kıyafetler, uzun etekler ve korseler gibi hem fiziksel hareketliliği kısıtlayan hem de onları kırılgan ve bağımlı bir statüye indirgeyen unsurlardan oluşuyordu. Pantolon, erkeklere özgü kabul edilen bir giysi olduğundan, kadınların pantolon giymesi toplumsal düzene yönelik bir tehdit olarak algılandı. Bu nedenle, pantolon giymek yalnızca bir moda tercihi değil, kadınların kamusal alanda daha özgür hareket edebilme hakkını talep etmeleri anlamına geldi.
Amerikalı reformcu Amelia Bloomer, 1850’lerde pantolon benzeri bir kıyafet tasarlayarak kadınlar için rahat ve işlevsel bir giyim tarzı önerdi. "Bloomers" olarak adlandırılan bu kıyafetler, geleneksel kadın giysilerine meydan okuyan ilk önemli adımlardan biri oldu. Ancak toplumun muhafazakâr kesimleri tarafından tepkiyle karşılandı ve birçok kadın, toplumsal baskı nedeniyle bu kıyafetleri giymekte zorlandı. Buna rağmen Bloomer ve diğer feministler, kadınların yalnızca kıyafetlerini değil, aynı zamanda toplumsal rollerini de dönüştürmeyi
hedeflediler. Pantolon, kadınların özgürleşme mücadelelerinin bir sembolü olarak, yalnızca giyimi değil, kadının toplumsal konumunu da yeniden tanımladı. Çalışma hayatına katılmak isteyen kadınlar için pantolon, fiziksel hareket serbestisi sağlarken, aynı zamanda "erkek işi" kabul edilen işlere talip olmanın bir göstergesi oldu. Bu dönemde kadınların giyim tercihleri, ataerkil toplum yapısına meydan okuyan bir direniş aracı olarak değerlendirildi.
2.2 İkinci Dalga Feminizm ve Sütyen Protestosu
2. Dalga Feminizm, 1960’lardan itibaren toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine, kadının bedeni üzerindeki toplumsal denetim mekanizmalarına ve patriyarkal yapıya karşı daha kapsamlı bir mücadele başlattı. Bu dönemde kadınların, giyimleri üzerinden maruz kaldıkları baskılar da eleştirinin merkezindeydi. Sütyen, kadınların özgürleşme talepleri açısından güçlü bir sembol haline geldi ve “sütyen protestoları” feminizmin radikal bir biçimde görünür olmasını sağladı. Kadınlar, sütyeni sadece işlevsel bir iç giyim ürünü olarak değil, aynı zamanda toplumsal baskının ve ataerkil güzellik standartlarının dayatılması olarak gördüler. Sütyen, kadın bedeninin erkek bakışına uygun şekilde biçimlendirilmesini ve "ideal" kadın imajının korunmasını teşvik eden bir unsur olarak eleştirildi. Sütyen takmayı reddetmek ya da sütyen yakma eylemleri, kadınların bedenleri üzerinde hak iddia eden patriyarkal normlara karşı bir başkaldırı anlamı taşıyordu.
Bu protestoların en bilinen örneklerinden biri, 1968’de ABD’nin New Jersey eyaletinde düzenlenen Miss America Güzellik Yarışması sırasında gerçekleşti. Feminist aktivistler, sahilde “Özgürlük Çöp Kutusu” adı verilen bir alan kurarak sütyen, korseler, makyaj malzemeleri, yüksek topuklu ayakkabılar gibi kadınlara dayatılan ürünleri simgesel olarak çöpe attılar. Her ne kadar “sütyen yakma” eylemi mit haline gelmiş olsa da, bu eylemin esas amacı, kadınların bedenleri üzerindeki toplumsal baskıları protesto etmekti. Sütyen protestosu, 2. Dalga Feminizm'in beden politikalarına dair önemli bir müdahalesi olarak görülür. Bu eylemler, kadınların yalnızca moda ve güzellik algısına değil, aynı zamanda kadının kamusal ve özel alandaki konumuna yönelik dayatmalara da karşı çıktığını gösterdi. Sütyen takmamak, kadınların bedenleri üzerindeki kontrolü yeniden kazanmaya yönelik bir adım ve patriyarkal düzeni reddetmenin bir biçimi olarak anlam kazandı.
Modern Protestolar ve Sokak Modası
3.1 Punk Hareketi ve Anarşist Semboller
Punk hareketi, 1970'lerde İngiltere ve ABD’de ortaya çıkarak hem bir müzik akımı hem de
topluma karşı radikal bir başkaldırı biçimi olarak yaygınlaştı. Punk kültürünün merkezinde yer alan sokak modası, yerleşik düzeni ve toplumsal normları eleştiren anarşist sembollerle bezeli bir estetik yaratmayı amaçladı. Giyim, bu altkültür için yalnızca bir stil tercihi değil, aynı zamanda ideolojik bir duruş ve sisteme karşı bir direniş aracı olarak işlev gördü. Punk modası, dönemin burjuva estetiğine ve tüketim odaklı moda anlayışına karşı geliştirilen kasıtlı bir çirkinlik ve düzensizlik tavrıyla öne çıktı. Dikenli deri ceketler, yırtık kotlar, askeri botlar, zincirler, piercingler ve neon renklerde saçlar, punk estetiğinin öne çıkan unsurlarıydı. Bu kıyafetler, anarşist bir mesaj taşıyarak bireyin özgürlüğünü savunuyor ve kurumsal otoriteyi reddediyordu. Özellikle giyim üzerindeki semboller – ters haçlar, anarşi işaretleri ve radikal sloganlar – statükoya karşı duyulan öfkeyi ifade ediyordu.
Punk hareketi, modayı bilinçli bir şekilde deforme ederek kapitalist modanın estetik kurallarını ters yüz etti. Dönemin öncü punk mağazalarından biri olan Londra’daki Sex butiği, Malcolm McLaren ve Vivienne Westwood’un tasarımlarıyla punk estetiğine yön verdi. Bu mağazada satılan kıyafetler, deri ve lateks gibi materyallerden yapılmış, sadomazoşizm çağrışımlarıyla doluydu ve toplumun ahlak anlayışına meydan okuyordu. Punk giyim tarzı, yalnızca toplumsal normlara değil, aynı zamanda geleneksel cinsiyet rollerine de karşı çıkarak özgürleşme arayışına katkı sağladı. Ayrıca punk giyimi, hızlı moda akımlarına tepki olarak bireysel yaratıcılığı öne çıkardı. Gençler, kendi kıyafetlerini yırtarak, yamalar ekleyerek ya da protesto sloganları yazılarak kişisel ifadelerini dışa vurdu. Bu, kitlesel üretime dayalı moda anlayışına karşı bir tür DIY (kendin yap) kültürü geliştirdi. Anarşi ve kaos, punk estetiğinin temel mesajları haline geldi ve bu görsel dil, kuralları olmayan bir özgürlük fikrini yüceltti.
3.2 Günümüz Protestoları: Hong Kong ve Sarı Yelekler
Günümüz protestolarında giyim, hem katılımcıların kimliklerini görünür kılmak hem de stratejik bir araç olarak işlev görmektedir. Hong Kong protestoları ve Sarı Yelekliler hareketi, toplumsal ve siyasi taleplerin görünür hale getirilmesinde sokak modasının nasıl etkili bir rol oynadığını gösteren iki önemli örnektir. 2019’da Hong Kong’da başlayan protestolar, Çin’in artan siyasi kontrolüne karşı geniş çaplı bir direnişi temsil ediyordu. Bu gösterilerde protestocular, kimliklerini gizlemek ve polisin yüz tanıma teknolojilerine karşı koymak için siyah giysiler, yüz maskeleri ve gözlükler kullandı. Siyah renk, kolektif direnişin ve anarşist bir ruhun simgesi haline gelirken, aynı zamanda birlik mesajı verdi. Protestocuların birbirinden ayırt edilemez hale gelmesi, hareketin gücünü anonimleşmede bulmasını sağladı. Bunun yanı sıra, şemsiyeler de önemli bir sembol olarak kullanıldı. Şemsiyeler, hem biber gazından ve plastik mermilerden korunmak için işlevsel bir araç hem de 2014’teki “Şemsiye Hareketi”nin hatırasını taşıyan bir sembol haline geldi. Protestocuların kıyafet ve aksesuar tercihlerinde fonksiyonel olma kadar ideolojik anlamlar da etkiliydi.
Fransa’da 2018’de başlayan Sarı Yelekliler (Gilets Jaunes) hareketi ise ekonomik adaletsizliklere ve hükümetin akaryakıt vergisi politikalarına karşı tabandan gelen bir protestoydu. Sarı yelek, sıradan vatandaşların bu harekete katılımını simgeleyen güçlü bir görsel araç olarak ortaya çıktı. Fransa’da araçlarda bulundurulması zorunlu olan bu yelek, işçi sınıfının ve ekonomik sıkıntı çeken kesimlerin sembolü haline geldi. Sarı rengin çarpıcı görünürlüğü, sokak protestolarında medya ilgisini artırarak hareketin mesajını güçlendirdi. Yeleğin kolay erişilebilir ve sıradan olması, protestoların kitlesel karakterini yansıttı ve liderden bağımsız, kolektif bir hareketin doğmasına zemin hazırladı. Bu durum, eylemlerin yalnızca organize gruplar tarafından değil, günlük hayatın içinde yer alan sıradan bireyler tarafından da sahiplenildiğini gösterdi. Sarı yelek aynı zamanda, sistemin dışladığı ve ekonomik olarak ezilen kesimlerin öfkesini görünür kıldı. Hareket, kent merkezlerine taşındığında, işçi sınıfına ait bu yelek, elitizm karşıtı bir mesaj taşıdı. Böylece yelek, yalnızca bir güvenlik ekipmanı olmaktan çıkıp, sınıfsal adaletsizliğe karşı güçlü bir simgeye dönüştü. Hem Hong Kong protestolarında hem de Sarı Yelekliler hareketinde giyim, bireysel kimliklerin aşılması ve kolektif mücadelelerin simgelenmesi açısından önemli bir araç olmuştur. Siyah giysiler, maskeler ve sarı yelekler gibi kıyafetler, yalnızca koruma sağlamaktan öte, direnişin ruhunu yansıtan görsel bir dil yaratmıştır. Bu örnekler, sokak modasının ve protesto giyiminin, toplumsal değişim taleplerini ifade etmekte ne denli etkili olabileceğini göstermektedir.


